Şekerbank Açıkekran-Levent’in ilk sergisini açarken bir portre sergisinin yapılmasının doğru olduğunu düşünüyorum. Bir mekanın yeni olması dolayısıyla öncelikle kendi çizgilerini göstermesi demek, yüz hatlarını ve ifade biçimlerini ortaya koyması demektir. Sanat tarihi için olduğu kadar felsefe ve edebiyat tarihi için de önemli bir figür olan Çiçero’ya göre, hitabetle birlikte sanatçının eserlerinin ifade biçimleri de kendi imgelerini ortaya koymakta: İnsanın bedeni ve yüzü nasıl konuşmaktadır? Öncelikle, hareketlerdeki coşku veya sükûnet, kaşların çatıklığı, bakıştaki ifade, yüz çizgileri, vb. Sonra da, etraftaki nesnelerle, doğayla ve çevreyle olan ilişki ve doğanın içinden gelen bir bedenin diğer insanlarla bağları, ilişkileri, mekandaki hareketleri gelmektedir. Bu sergi bu iki bakışa yer verecektir. Hem yüz hatları hem de yüzün diğer nesnelerle girdiği ilişkideki öznellik. Bir bakış kadar, bir köprü veya bir yol insan portrelerini oluşturmaktadır. Resim sanatı bunun üzerinde uzun zamandan beri durmaktadır; temsili bakış yerine çağdaş sanat bazen sezgiyi ve öznelliği ortaya koyarken oto-portrenin nesnelleştirildiğine de kimi zaman tanık olur. Kollarında bir bebeği tutan bir insan gibi, yollara şefkatle bakan bir imgesellik her zaman portre sanatının bir parçası, bir uzantısı olabilmektedir. Rönesans sanatı içinde, Marsile Ficin ‘’görsel ve işitsel sanat eserleri sanatçıların ruhunu duyurmaktadır’’ demişti. Yani, portrelerde sanatçı hem kendi ruhunu hem de başkasının ruhunu göstermektedir. Böylece sanat el zanaatı olmaktan öteye felsefi bir zemin kazanarak ‘’ ars liberales’’ olarak adlandırılan sanatlar arasında yerini alır. Sanat, zanaat değil bir refleksiyondur. Sanatçı ruhu verirken aynısını yapmadan yaptığının (kendisi, başkası, başkaları veya nesnelerin yan yana gelmesi) ‘’havasını’’ vermektedir; hava bir özdeşlik değil bir similitudo’dur. Havasının benzerliğidir. Petrarca’nın dediği gibi, babanın benzeri olan oğul babasının aynısı değildir, ama onda biyolojik olarak babasını bir havasını bulmak mümkündür. Aynısı değildir, ama bakar bakmaz onun o olduğu anlarsınız. Sanat saklı olan bir şeyi saklı olan yerinden gün ışığına çıkarır: Gücünde ne olduğunu bilmediğimiz bir şey saklıdır. Portre veya oto-portre saklı olanın havasını meydana çıkarmaktadır.
Kimi zaman imgenin temsili, kimi zaman ise imgesel olarak durumun temsili, ruh hallerinin ifadesi portre sanatının olmazsa olmaz koşulları arasında gelişmiştir. Resimde, belagat olarak düşünülebilecek olan bir bakışın bize getirdiği, sanatçının hangi yollarla olursa olsun kendisini ifade etme ve hatta kendisini sunma biçimlerine ait bir yaklaşımdır portre veya oto-portre. Kendi kendisine bakan bir sanatçının kendi ifade biçimini kullanarak, başkalarına kendisini sunma biçimleridir bunlar. Kimi zaman temsili kimi zaman ise anonim bir bakışı taşır sanatçılar. Bir dolayımdır dışarıdan gelen nesnelerle olan ilişkinin ruha doğru dönme hareketi. Kendi ruhunu dışarı vurma halleri psikolojik değildir, ama refleksiftir, düşünceye bağlı olarak çalışmaktadır. Kendi bakışının tutkusu ve eylemi arasındaki harekette sanatçılar, dili ve düşünceyi ifade biçimi olarak ışıkla, renklerle, çizgilerle, biçimler ve nesnelerle düşünür. Her sanatçı bir ‘’dil varlığı’’ olarak sanatını sürdürmektedir. Yani, sanatçı hem kendisidir, hem de dilidir ki, bu dil herkese aittir.
Portre uzun zaman boyunca ‘’tarihi bir vakanın temsiliyeti’’ olmadığından dolayı minör bir sanat, yani aşağı bir resim türü olarak düşünülmüştü. Edouard Pommier’nin Portre Teorileri adlı kitabında bahsettiği gibi, İtalyancada iki ayrı kelime portre sanatını birbirlerinden ayırmaktaydı: ritare ve imitare. Birincisi bir kimlik olarak portre yapmayı, ikincisi ise gerçekte olanı daha güzele çevirip resmetmeyi amaçlamaktaydı. Daha mükemmelleştirilmiş olan portre olarak imitare, çizilen ve boyanan yüzü daha mükemmele çevirmek istencindeydi. Gerçekten daha gerçek ve mükemmel hale getirmek çabasında olan bir türdü. Ve bu anlamda da hiperrealist bir resim tarzına yaklaşmak istemekteydi. Baudrillard’ın bu kavramı kullandığı anlamda, gerçekten daha gerçek hale çevirmekteydi. Bu çeşit bir resim sanatı Aristoteles’ten beri sürmekte olan bir çizgiyi düşünce olarak ele almaktaydı. Grek ressamlar ve heykeltıraşlar gerçeği daha mükemmel bir hale getirmekle yükümlüydüler. Bazen de kimlik gibi, resim sanatında da sanatçı kendi kendisini temsil etmemektedir. Her zaman bu tip bir sanatçının yaptığı kendisini bir başkası olarak resmetmektedir. Portre her zaman bir başkasınınkidir.
Sergide, 1950’larden Şükriye Dikmen, 1970’lerden Yusuf Taktak, 1980’lerden Seza Paker, 1990’lardan Taner Ceylan ve 2000’lerden Leyla Gediz, eski ve yeni bir nesle ait olarak resim ve çağdaş sanatın portre geleneğini en çağdaş bir şekilde sürdürmekte olan sanatçılardır. Seza Paker’in fotoğrafları gibi resim sanatından Leyla Gediz, Taner Ceylan ve Yusuf Taktak da bellek ile hesaplaşmaktadırlar. Olgusal olarak bellek ile ilişkili olan Şükriye Dikmen ise soyutlamalarıyla öne çıkmaktadır.
Düşünce ve hatıra, kendi kendisinin hatırları ve çizgileri sanatçının kendi sunumunda ortaya çıkmaktadır. Paris Güzel Sanatlar Akademisi ve Camondo Grafik okulundan gelen Seza Paker, anonim bir şekilde kendi oto-portresinin çizgilerini fotoğraf medyumuyla göstermektedir; ama burada görsel sunum bir kendilik temsiliyetine değil, etrafın temsiliyetine dayanmaktadır. Bu nedenle beş fotoğraftan meydana gelen heterojen bir dizi oluşturan eserde sanatçı Seza Paker, kendiliğin bir etki dünyasına bağlı olduğunu düşünen edebiyat ve sanat dünyasına yakın bir şekilde sunmaktadır oto-portresini. Blanchot’nun yazdığı gibi ‘’yüz, oto-portre orada olan değil; asıl mevcut olmayandır; benzerlik namevcudiyetten itibaren ortaya çıkmaya başlar’’. Bu anlamda, kimlik olarak değil, ama düşünce olarak sunmaktadır oto-portresini. Her zaman bir başkasıdır oto-portre Seza Paker’in eserlerinde. Bu şekilde, etraf kendisi olmaya başlar, kendisi de etrafın kendisi. Böylece ilişki sağlanmaktadır.
Sergideki eserler arasından bir başka örnek ise yine ilişkiyi sağlamaya yöneliktir: Leyla Gediz etrafındaki öznelliklere bakmaktadır portreleriyle. Arkadaşları hiç bir öne çıkma sırası olmadan resmedilmişlerdir. Onlar sanatçının resim dünyasının elemanları olarak sanatçının ruhundan görünürleşmiş vaziyetlerdir, en başta birer insan yüzü olmaktan da önce. Resim sanatı ruhu verendir. Giovanna Tornabouoni’nin portresini yapan 15.yüzyıl’da İtalyan, Floransalı ressam Domineco Ghirlandojo ‘’Sanat ruhu ve karakteri, tini verendir’’ diye düşünmekteydi. Belki de, Seza Paker’in bir fotoğrafla kendi oto-portesini göstermek yerine o anki ruh hallerini oluşturan elemanları vererek, yolda giderken, metastabl bir görüntüyü yan yana getirerek, zamanları ve coğrafyaları birbirlerinden ayrı olmalarına rağmen birleştirmekteyken yaptığı hareket bu nedenden dolayıdır: Ruhu, resmin yakalayabildiği yerde fotoğrafın yakalamakta zorlanması yüzündendir. Tıpkı Walter Benjamin’in mekanik yeniden üretim çağında sanatlarda ‘hale’nin yok olmaya yüz tutmasını bir zamanlar düşündüğü gibi.
İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi Resim Bölüm’ünden 1973 yılında mezun olan Yusuf Taktak, 1970’li yıllarda dünyada şekillenen bir hiperrealist resim dünyasını Türkiye sanat tarihinde çok erken bir dönemde yakından takip eden bir ressam olarak, kendi kendisini, belirli bir zaman biriminde, yani ‘’sıkıştırılmış sürede’’ bir resimsel virtüözlükle sunmaktadır. İstanbul’da sanatını sürdürmekte olan Yusuf Taktak’ın az bilinen ve döneminin nadir parçası olan oto-portresi bu sergiyi 1970’li yıllara doğru taşımaktadır ve bir bakıma, bundan yıllarca evvel sanatçı üzerine yazmış olduğum gibi zamanlar-arası bir geçişi gerçekleştirmektedir. Portrenin kimliği veya özdeşliği figürün formel özerkliğini vermektedir burada. Bu öznenin de özerkliğine bağlı olarak sunulmaktadır. Bu da, tuvalin içselliğine dair bir bakışla kendisini ön plana çıkarmaktadır. Portrenin konusu öznenin kendisi haline gelmiştir, portre özne olurken, özne de portre haline gelir.
Düşünce, kavram ve resimsel bakışı bazen yapmış olduğu performanslarla da birleştiren, Mimar Sinan Güzel sanatlar Üniversitesi resim Bölümünden 1991 yılında mezun olan Taner Ceylan, Türkiye’de hiperrealist resmin uzmanlarındandır bugün. Taner Ceylan kendisini portre geleneğini resimsel olarak sorgulayarak saçlarını gösteren bir şekilde arkadan ve yandan göstermektedir. Portrenin konusu öznenin kendisi olarak durmaktadır. İç ve dış ile arka ve yan arasındaki denge sağlanmaya başlanmıştır bu anlamda. İç hayatın tasviri yapılmaktadır ama dışarısı da gösterilerek. Estetik kitabında, Hegel dış ve iç ilişkisi üzerine düşündüğünde tinin hareketlenmekte olduğunu vurgulamıştır. Tin ressamın hüneri olmaya başlar; yani, herhangi bir resim değil, tin ressamın eli olmaya başlar. Bu da, ruha yaptırdığı hayatın bir bağışı olarak ele alınır. Bir resim virtüözü olan Taner Ceylan detaylarında resmi ele alan bir sanatçıdır. 15.yüzyılla ait olan bir virtüözlük, resminin modernliğinin içinde Taner Ceylan’ın resimlerinin aynı zamanda belleğe ve tarihe ait olarak işlediğini de bize gösterir. Resme bakan ve kendisi arasındaki mesafede okunabilecek olan üslupta ressamın bakışı bize geçmişi şimdiki zamanda verir.
Zeki Kocamemi ve sonra da Nurullah Berk ve Cemal Tollu atölyesinden gelen ve desenin resim sanatı için bir temel olduğu görüşünden hareket eden Şükriye Dikmen Türkiye’de portre sanatını soyutlayarak geliştiren ve portrelerinde genellikle kadınları resmederek, kadının kendisine doğru yönelen iç bakışını sunan bir kadın ressamdır. Burada soyutlaştırma hareketi bir mimesis ‘e doğru giden portre tekniğinin ve materyalinin dışa doğru atılmasıdır. Soyutlaştırma materyalin önüne geçmeye yüz tutmuştur. ‘’Pentürün gerçeği’’ buradaki renklerde ortaya çıkmaya başlar.
Günümüzde aynı zamanda hem İstanbul hem de Paris’te yaşamakta olan Seza Paker gibi, Şükriye Dikmen 1950’lerde Paris deneyimi olan olan bir sanatçıdır. Leyla Gediz, Londra’da Goldsmiths Üniversitesi’nden mezun olarak İstanbul’a gelmiştir ; sergide Leyla Gediz’in arkadaş portrelerinden bir dizi ve ablasının portresi görülmektedir. Modern ressamın hızını ele alan Baudelaire’in sanat yazılarında ele aldığı fırça tuşlarındaki ‘’hız’’ Leyla Gediz’in resimlerinde hissedilmektedir. Arkadaşları arasında hiç bir hiyerarşi olmaksızın resmettiği portrelerinde Leyla Gediz, resimlerini aynı zamanda bir düzenleme içinde ele almakta ve göstermektedir. Sergide, sanat severler ayrıca bir monitörden Leyla Gediz’in ablasının resmini yaparken de izleyebilmektedirler.
Sergi, bir yandan, Şükriye Dikmen’den Yusuf Taktak’a, Seza Paker’den Taner Ceylan’a ve Leyla Gediz’e Türkiye çağdaş sanat dünyasının küçük bir çizgisini meydana getirmektedir; ama, diğer yandan da, portrelerin veya oto-portelerin plastik bir tercümesi olmaktan çok uzak bir şekilde, hareket halindekileri bize gösteren eserlerdir. Yüz çizgileri veya omuz hareketleri hep resmin hareket dünyasına aittir. Seza Paker’in fotoğraflarının hızı ve hareketi aynı şekilde Leyla Gediz’in, Yusuf Taktak’ın, Taner Ceylan’ın ve Şükriye Dikmen’in fırça darbelerinde, sanatçıların tablolarında resim olarak verilmektedir. Hız ve imge sanatın önemli bir kısmını teşkil etmektedir, her ne kadar bunlar kımıldamayan imgeler olarak durmakta olsalar bile. Henri Bergson’un ‘’süre’’ olarak adlandırdığı da zaten devinimi imgenin kendi içinde vermekte olanı değil midir ? O bakımdan, bunlara ‘’hareketli imgeler’’ diyebiliriz. Hareket fotoğrafın ışığında ve renginde (siyah beyaz) veya tablolardaki resimlerin, porte ve oto-portrelerin kendi fırça tuşlarında okunmaktadır: Sunumun kendisi zamanın hareketlerinin molekülerliğindedir. Her biri bu anlamda bir görsel söz söyleme yeteneğindedir.
Ali Akay